Bir dönem bitti!

  • 03 Nisan 2018 Salı

Türkiye’de vesayetçi, dışarıya kaynak aktaran, dolayısıyla yoksullaştırıcı ekonomi politikalarının başlangıç tarihi olarak, IMF gibi sömürgeci kurumların gelişmekte olan ülkelere “musallat” olmaya başladığı yıl olan 1947 yılını söyleyebiliriz. Ama biz, bu yazı için, o kadar geriye gitmeyelim 2001 krizini ve bu kriz sonrası Kemal Derviş yönetiminde gündeme gelen Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını (GEGP) baz alalım.

Türkiye, 2001 krizi öncesi, esasında sabit kur rejiminin bir versiyonu olan, İsrail Merkez Bankası eski Başkanı Stanley Fischer’in teorisine katkı yaptığı gevşek sabit kur rejimini uyguluyordu. Aslında “sürünen parite” denen bu kur rejiminde, merkez bankaları, enflasyon hedeflemesi adı altında, fiyat istikrarı için örtülü bir kur hedeflemesi de yapıyorlardı. Bu da genellikle yerli parayı değerli tutma şeklinde oluyordu. Enflasyon hedeflemesi aslında bir nevi kur hedeflemesidir ve faizin tek silah olduğu, dışarıya faiz yoluyla en çok kaynağı aktarmanın modelidir ve 90’lı yıllarda ortaya atılan Washington Uzlaşısı’nın en ciddi para politikası aracı olarak da ün yapmıştır.

Yüksek faiz, değerli (!) kur!

Şimdi doksanlı yıllardaki bütün gelişmekte olan ülke krizlerine ve Türkiye’deki 1994-2001 krizlerine bakın; bunların arkasında iki önemli ‘Fischer-IMF dolandırıcılığı’ olduğunu göreceksiniz. Birincisi, bu ülkelerde bir serbest piyasa altyapısı, hukuku ve bunun düzenleyici kurumları oluşmadan denetimsiz finansal ‘serbestlik’ (!) aşılanmıştır. İkincisi de kur rejimleri bu ülkelerin sanayisini öldürecek ve Batı’nın fabrikası olan Çin’e bu ülkeleri mahkûm edecek şekilde ara kur rejimleri olarak dizayn edilmiştir. Bütün bu dönemde Çin parasının değerini düşük tutarken, Fischer ve IMF gibilerini rehber edinen Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezilya, Rusya, vb. değerli yerli para hedeflemesi yapmışlar ve faizleri yüksek tutmuşlardır. Dolayısıyla, bu ülkelerde ‘dış ticarete konu olan mallar’ ekonomisi -tam olarak- gelişmemiş ancak doğal kaynakları yerinde olan Rusya gibi ülkeler geçici olarak “durumu” kurtarmıştır.

Türkiye 2001 krizi sonrası dalgalı kur rejimini benimsemiş ama gerçekte GEGP ile başlayan süreçte, dalgalı kur rejimi fiilen uygulanmamıştır. Enflasyon hedeflemesi altında, örtük kur hedeflemesi, yüksek faiz aracıyla devam ettirilmiştir. Bu da yüksek cari açık, üretim kaynaklı -arz- yönlü enflasyon ve yüksek işsizlik -durgunluk- tehlikesiyle örülü bir ekonomiyi karşımıza çıkarmıştır.

İşte tam burada, aynı zamanda, şimdi Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan iken de sıkça itiraz ettiği, yüksek faiz-enflasyon sarmalı başlamıştır. Yüksek faiz, yalnızca finansal maliyet açısından enflasyon nedeni değildir.

Sürekli kriz hali…

Yüksek faiz, sanayiyi, istihdam açan yatırımları öldürdüğü için, ithalata -borca dayalı bir tüketim- israf ekonomisinin yolunu açar ve enflasyonu kronik hale getirir; tabii bir müddet sonra bu durum işsizlikle birleşir ve bizim stagflasyon dediğimiz yüksek işsizlik, yüksek enflasyon görüntüsüne yol açar ki bu sürekli kriz halidir.

Tabii bu kriz halini malum çevreler siyaseti de ellerinin altında tutmak için isterler. Çünkü her kriz hali “onların” tercih ettiği iktidarı da işbaşına getirmek için bulunmaz bir fırsattır.

Şimdilerde ise yine bu anlayışın temsilcileri, Türkiye’yi bu tuzağa sürüklemeye çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan iken, tam dört yıl önce, Meclis’te bir grup konuşmasında -sanıyorum 27 Mayıs 2014’te- şu soruyu sormuş ve dışarıya kaynak aktaran, büyümeyi engelleyen yüksek faiz merkezli politikaları eleştirmişti: ”İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya yerle bir oldu; Türkiye bu savaşta savaşmamış olmasına rağmen, neden o yıllarda yerle bir olan bu iki ülkenin bu kadar çok gerisinde kaldı? “ Tabii ki bu sorunun çok şıklı bir cevabı var. Ancak ben şunu sorayım: Örneğin Japonya, 1947’den sonra, yerel parasını gereksiz değerli tutarak, yatırımlarını engelleyecek bir faizle mi kalkınmıştır? Siz Japon Yen’i için rekabetten uzak tanımını hangi dönem için yaparsınız? Bu yalnız bir noktadır; bunun gibi çok soru vardır ve bu soruların cevabı, yukarıdaki ana soru için ayrı ayrı cevap oluşturur.

Türkiye, ne yazık ki Cumhurbaşkanı’nın sürekli uyarı ve eleştirilerine rağmen, bu cendereyi aşamamıştır. Bunun nedenlerini ve sorumlularını anlatmak hem şimdi konumuz değil hem de bu, çok uzun bir yazı konusudur.

Şimdi tam zamanı!..

Ancak 2017 büyümesi bize, bir dönemi bitirmek için, çok büyük bir fırsat sundu. İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta ekonomiyle ilgili yaptığı konuşmalar Türkiye ekonomisi için bir dönemi bitirmiştir. Yüksek faize dayalı, borç ve ithalat ekonomisi dönemi bitmiştir.

Yüksek, kapsayıcı sanayi ve ihracat ağırlıklı büyüme, düşük faiz ve gerçekçi kur, dış yatırımları sıcak para şeklinde değil de doğrudan yatırım olarak çekecek, yeni sanayi devrimi hedefli bir yeni büyüme modeli artık başlamıştır. Şöyle de söyleyebiliriz; o çok ünlü, büyük değişimlerden önce söylenen deyiş gibi: Dün erkendi, yarın çok geç, bugün tam zamanı…