Enflasyon-faiz üzerine: Teorik bir giriş

  • 17 Mayıs 2018 Perşembe

Öyle anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İngiltere ziyareti ve özellikle burada iş çevreleriyle yapılan toplantı bazı “merkezleri” oldukça rahatsız etti.

Cumhurbaşkanı’nın hem Bloomberg televizyonunda yaptığı söyleşi hem de bu söyleşiden önce, İngiltere merkezli finans ve iş çevreleriyle görüşmesi uydurulmuş bilgilerle ve çok çarpıtılarak yansıtıldı ve değerlendirildi.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Erdoğan, hem iş çevreleriyle yaptığı toplantıda hem de sonrasında gerçekleşen canlı yayında, bütün sorulara içtenlikle cevap verdi; dileyen dilediğini sordu. Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin yaşadığı darbe girişiminden sonra ekonominin nasıl toparlandığını, Ortadoğu gibi çok sorunlu bir coğrafyanın göbeğinde olan Türkiye’nin nasıl en güvenli yatırım yapılabilir bir ekonomi olduğunu anlattı. Seçimlerden sonra ise ülkede yeni bir dönemin başlayacağını ve olağanüstü olarak algılanan durumların da ortadan kalkacağını vurguladı. Esasında Türkiye’yi gerçekten nesnel olarak değerlendirme niyeti olanlar için bu toplantı çok güzel bir fırsattı.

Sanıyorum, seçimlerden sonra, hem genel olarak İngiltere ziyaretinin hem de iş çevreleriyle yapılan bu toplantının tarihi önemi çok daha açık olarak ortaya çıkacaktır.

Türkiye’nin seçim sonrasındaki ekonomi yolu bellidir ve nettir. Türkiye’nin bütün AK Parti dönemlerinde ekonomide çok net kazanımları vardır. Örneğin, dalgalı kur rejimi ve finansal tam açıklık, yeni sistemde de, vazgeçmeyi bırakın tam aksine, derinleştireceğimiz ve işleyişini daha sağlıklı hale getireceğimiz kazanımdır. Ancak biz bu vurguyu defalarca yapmamıza rağmen tam da bu konuda kasıtlı çarpıtmalar devam ediyor.

Teori ve safsata

Yine, aynı şekilde, Cumhurbaşkanımızın faiz-enflasyon ilişkisi üzerine yaptığı açıklamalar da indirgemeci bir yöntemle çarpıtılıyor. Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinin iktisat teorisinde yeri olmadığından tutun da piyasa dışı (ne demekse) olduğuna kadar bir yığın safsata, bini bir para, dolandırılıp duruyor. Önce buraya bir açıklık getirelim; bu söylemleri, öncelikle indirgemeci bir yaklaşımla günlük-cari para politikasını doğrudan açıklayan yaklaşımlar olarak değerlendirmek, kötü niyet değilse bile, doğrudan iktisadi cahilliktir. Cumhurbaşkanı’nın burada söyledikleri iki temel gerçekliğe dayanmaktadır: Birincisi, dünya ekonomisinde 2008 kriziyle birlikte ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelerin geleneksel teorinin yetersizliklerini ortaya koyması. İkincisi ise Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun yalnız talep tarafında ortaya çıkan bir sonuç olmadığı, yapısal bir sorun olan enflasyonun üretim (maliyet) temelli bir sonuç olması…

Yukarıda sözünü ettiğim geleneksel teorinin faiz enflasyon ilişkisini açıklayan temel yaklaşımının babası Irving Fisher’dir. (1867-1947) Fisher, nominal faiz oranı (reel faiz) ile enflasyon arasındaki eşitliği şu denklemle açıklamıştır:

it = rt + Et ?t+1

Burada it ve rt terimleri sırasıyla belli bir t dönemine ait nominal ve reel faiz oranını göstermektedir. Et ?t+1 terimi ise bir sonraki dönemde beklenen enflasyon anlamındadır.

Denklemde görüldüğü gibi, bir ekonomide reel faiz oranı ile beklenen enflasyonun toplamı nominal faiz oranını verir. Buna göre, uzun dönemde reel faiz oranının sabit olduğu varsayımı altında nominal faiz oranının artması demek, ekonomide enflasyon beklentisinin de artması demektir. Kısaca, Fisher denklemine göre uzun dönemde faiz oranı ve enflasyon arasında pozitif yönlü net bir ilişki bulunmaktadır.

Neden tersi yapılıyor?

Peki, o zaman şu soruyu soralım: Makroekonominin bu en temel denklemine rağmen (yani faiz oranı ve enflasyon aynı yönde hareket ederken) merkez bankalarının temel para politikası neden yıllardır tam tersini yapıyor? Diğer bir deyişle, merkez bankaları enflasyonu düşürmek için neden faiz oranını artırma yolunu izlerler? Bunun nedeni de cevabı da çok açıktır; yetmişli yıllardan itibaren ABD temel rezerv para olan doları karşılıksız olarak piyasaya vermektedir. Dolayısıyla, enflasyon, bu tarihten itibaren yalnız parasal bir olgu olarak anlatılmış ve merkez bankaları temel Fisher denkleminin dışında davranmaya başlamışlardır. Çok ilginç bir şekilde de ana akım iktisadın iki düşman kardeşi olan parasalcı ve Keynesçi yaklaşımlar, Fisher denklemini hem teorilerinin temel bileşeni yaparlar hem de bir ağızdan onun kararsız (unstable) olduğunu savunurlar. Örnek olarak, merkez bankasının nominal faiz oranını belli bir düzeyde sabit tuttuğunu varsayalım. Keynesçi ve parasalcı görüşlere göre, bu durumda enflasyondaki küçük bir düşüş ya da artış sonrasında zamanla bir deflasyon girdabı ya da enflasyon sarmalı ortaya çıkar. Dolayısıyla, merkez bankası bu korkutucu senaryoların gerçekleşmemesi için faiz oranını aktif bir şekilde yönetmelidir. Bu uygulama modern para politikasında temel olarak Taylor ilkesine bağlı olarak yapılır. Taylor ilkesi, enflasyonun yüzde 1 yükselmesi durumunda merkez bankasının faiz oranını yüzde 1’den daha fazla yükseltmesi gerektiğini söyleyen görüştür. Buna göre, enflasyon yükselmeye başladığında merkez bankası faiz oranını hızla ve kararlı şekilde artırmalı, düşmeye başladığında ise yeniden azaltmalıdır.

İşte bu temel ama hatalı yaklaşım zaten 2008 kriziyle birlikte yalanlanmıştır.

Krizle birlikte gelişmiş ülke merkez bankaları hızla faizleri düşürmüş ve sıfır faiz devreye girmiştir. Burada amaç, resesyon sürecini ertelemektir. Şimdi Fisher’e göre, nominal faiz oranı düşerse ve orada sabit kalırsa, beklenen enflasyon da düşük olacak ve reel faiz oranı yükselecektir. Nitekim, eksi faiz, gelişmekte olan ülkelerde uzun süredir vardır. Bu durumda yüksek reel faiz, toplam talebi daha da azaltacağı için resesyon kaçınılmaz olacaktır. İşte bu kısır döngü olduğu gibi, geleneksel teorinin de iflası anlamına gelir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan söz konusu söyleşide tek tek ülke örnekleri vermiş ve buralardaki nominal faiz-enflasyon oranlarını karşılaştırarak reel faizi sormuştur. Tam burada biz parasal genişlemeye rağmen (QE) neden başta ABD olmak üzere, gelişmiş ekonomilerin tam anlamıyla resesyon sürecinden kurtulamadığını soruyoruz. Kurtulamaz çünkü yapısal bir kısır döngü içindedirler ve parasal çözümler geçersizdir. Ancak tam aksi durum, gelişmekte olan ülkeler için de geçerlidir.

Ancak burada Neo-Fisherci (Neo-Fisherian) olarak adlandırılan ve faiz artışlarının hemen enflasyon ya da tam tersi sonuçlara yal açacağını anlatan dinamik modeller de geliştirilmiştir. Bunları hemen sayalım; yeni nesil çalışmalar içerisinde Belaygorod & Dueker (2009) ve Castelnuovo & Surico (2010) Yeni-Keynesçi dinamik olasılıksal denge modelleri tahmin etmişler ve faiz oranındaki bir artış sonucunda enflasyonun da hemen yükseleceğini bulmuşlardır. Daha sonra, Columbia Üniversitesinden Schmitt-Grohe & Uribe (2012) aşağı doğru katı ücretler ve Taylor tipi faiz kuralına bağlı bir model geliştirmiş ve nominal faiz oranının 0 olduğu durumda faiz oranını artırarak enflasyonun yükseltilebileceğini göstermişlerdir. Faiz oranı-enflasyon ilişkisinin kararlı olduğu düşüncesi son yıllarda merkez bankacıları arasında da giderek daha fazla dile getirilmeye başlamıştır. Örnek olarak, Fed Minneapolis Başkanı Kocherlakota (2010) önemli bir konuşmasında düşük bir gecelik faiz oranının sürekli ve düşük düzeyli deflasyona yol açacağını söylemiştir. Yine, Fed St. Louis Başkanı Bullard (2015) sabit faiz oranı politikasının gerçekçi bir olasılık olduğunu ve düşük faiz oranı-düşük enflasyon durumunun sürmesi halinde ABD’de para politikasının işleyişine yönelik varsayımları gözden geçirmek gerekebileceğini belirtmiştir.

Neo-Fisherci çalışmalar arasında en gelişmiş ve kapsamlı olanlardan biri Stanford Üniversitesi’nden John Cochrane (2016) tarafından yürütülmüştür. Bu çalışmada Cochrane ilk olarak standart Yeni-Keynesçi makroekonomi modelinden yola çıkmış ve modern makroekonomideki en temel modelin nominal faiz oranı ve enflasyon arasında pozitif ilişki gösterdiğini ortaya koymuştur.

Bütün bunların bir köşe yazısının sınırlarını çok aştığını biliyorum. Ancak mecbur kaldım. Sayın Cumhurbaşkanı’nın faiz-enflasyon ilişkisini üzerine söylediklerini çarpıtıp “Bu nereden çıktı, iktisat teorisine aykırı” diyenlere bir “Önce durun, düşünün” demek gerekiyordu. Sonuç: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri bugün tam da çağdaş bilimsel iktisat teorisinin konusudur. Bunun aksini savununlar da çöp olmuş, bilim dışı bir safsatanın kurbanlarıdır.