İsrail’in Filistin soykırımı, hiç şüphesiz ki, yaşadığımız zamanın en önemli dönemeçlerinden birisi olacaktır. Bu siyasî dönemeç, 20. Yüzyılı belirleyen siyasî gelişmelerinden biri niteliğinde olan Vietnam Savaşı’ndan çok daha önemli ve paradigma değiştirici bir gelişmedir. Filistin’de Hamas direnişinin ayağa kalktığı 7 Ekim 2023, bu paradigma değişimini simgeleyen İsrail’in Siyonist soykırımcı yüzünü ortaya çıkaran çok önemli siyasî bir dönüm noktasıdır.
Esasında Filistin direnişinin simgesel ağırlığı, bir önceki yüzyıldaki Rusya, Çin ve Vietnam devrimleri kadar büyüktür. Zira bu direniş, Siyonist-Emperyalist sistemin temel ideolojik ayaklarını yıkmış, Avrupa’dan Asya’ya, Amerika’dan Afrika’ya uzanan tüm dünya coğrafyasında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra inşa edilen emperyalist-ideolojik hegemonyayı yerle bir etmiştir. Belirtmek gerekir ki İsrail saldırganlığı ve Siyonizm, bir önceki yüzyıldaki tarihsel olarak paradoksal kardeşi Nazizmi kullanarak “Antisemitist” savunuyu geliştirmiştir. Antisemitizm mağduriyetin savunusu olarak ortaya çıkmış gibi görünse de bugün Nazizmin yöntemini benimseyen bir Siyonizm propagandasına dönüşmüştür.
Edward Said, 1979’da yazdığı “Kurbanlarının Bakış Açısından Siyonizm” adlı makalesinde şöyle söyler: “Tüm liberallerin ve hatta radikallerin bile çoğunun, Antisiyonizm’i antisemitizm ile eşitlemek yönündeki Siyonist alışkanlıktan bir türlü kurtulamadıklarını kabul etmek gerekir.” Diğer bir deyişle Said, Siyonizme karşı çıkmanın Antisemitizm olarak kodlandığını söylemektedir. Bugün gelinen noktada şu ortaya çıkıyor: Antisemitizm, Siyonizmin ideolojik bombardımanı ile oluşturulmuş bir Siyonist koruma kalkanıdır.
Siyonizm saldırganlığını görünmez kılan bir “müesses nizam” ideolojisidir. O hâlde şunu söyleyebiliriz; antisemitizm aslında yoktur ve tarihsel olarak da hiç olmamıştır. Tarihsel olarak ve güncel olarak da faşizm vardır. Başka bir ifadeyle faşizm ad değiştirmiş, Siyonizm olmuştur.
Said, aynı makalesinde Siyonist ideolojinin savunucusu George Eliot’un 1876’da yazdığı son romanı Daniel Deronda’dan örneklerle Siyonizmi anlatır. Said, bir yerde, bugünkü duruma da ışık tutan şu önemli tespite ulaşır; “Ne ilginçtir ki Eliot’un Siyonizme olan hayranlığı, onu ancak Doğuyu Batıya dönüştürmek için bir yöntem olarak gördüğü müddetçe devam eder. (…) Doğunun yozlaşmış bir yer olduğu, aydınlanmış Batılı siyasî nosyonlar uyarınca yeniden inşa edilmesi gerektiği ve yeniden inşa edilen bu kesimlerin, yeni sakinleri için −ufak tefek çekinceler dışında− ‘İngiltere kadar İngiliz’ olabileceği nev’inden görüşler Batılı fikirler arasında öne çıkanlardır. Ne var ki tüm bunların altında yatan şey, Doğunun gerçek sakinleri ve özellikle de Filistinliler hakkında herhangi bir düşüncenin mutlak yokluğudur”.

Said, Eliot’un söz konusu romanından hareketle Siyonizmin tam olarak ne olduğunu anlatır aslında. Siyonizm, zorla, gerekirse soykırımla dünyayı Batılaştırma projesidir. Sömürgeleştirme, tahakküm etme, yok sayma ve yok etme projesidir. Seküler-ultra liberal, sınırsız bir tahakküm ve köleleştirme sisteminin temel çıkış ideolojilerinden birisidir. Bu bağlamda Siyonizm, farklı coğrafyalarda, farklı tarihsel zamanlarda, farklı politik-ideolojik formasyonlarda ortaya çıkar. Örneğin Güney Afrika’da 1948-1994 yılları arasında hüküm süren Apartheid rejimi Siyonizmi temellendiren tarihsel koşulların ürünüdür. Çok ilginç bir tesadüf olsa gerek Siyonist İsrail’in kuruluşu da, Güney Afrika Apertheid rejiminin başlangıç tarihi de 1948’dir. Bugün Güney Afrika’nın İsrail’in soykırımı ile ilgili Uluslararası Adalet Divanı’na başvurması ve Filistin halkına soykırım yaptığı gerekçesiyle İsrail’in mahkûm edilmesini istemesi ise tesadüf değildir. Zira Güney Afrika halkı, ırkçı Apertheid rejiminin kökeninde İkinci Paylaşım Savaşı sonrası daha da saldırganlaşan Siyonizm olduğunu çok iyi biliyor.
Siyonizmin Kardeşleri ve Direniş…
Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki politika inşası aynı zaman dilimi içinde, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Batılı ülkelerin tarihsel motivasyonunu Siyonizmden alan yeni sömürgeci müdahaleleriyle şekillenmiştir. Türkiye’de seküler-Kemalist ideolojinin askeri darbelerle tahkim edilmesi de aynı tarihsel-politik koşulların sonucudur. Kemalist ideolojinin Türkiye’deki mimarı ve politik yürütücüsü olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İsrail’in soykırımı karşısında “ama Hamas da terörist” girişi ile başlayan ve özünde, tıpkı Siyonistler gibi, Filistin Direnişini suçlayan cümleler kurmaktan öteye gitmemiştir. Dolayısıyla Siyonizmle aynı çizgide yer almış Kemalist ideolojinin, Güney Amerika ve Afrika’daki kardeşleri gibi, aynı tarihsel koşullarda Siyonizm tarafından aşılandığını ve özünün Siyonizm ile aynı olduğunu göstermiştir. Tam burada sormamız gereken soru şudur? ABD’nin başına çektiği kapitalist-emperyalist sistemin Siyonizmin bayraktarlığı ile başlattığı bu yeni saldırının karşısında insanlık ve mazlum uluslar nasıl direnecek ve bu saldırıyı püskürterek adil bir dünyanın kapılarını nasıl aralayacak?

Emperyalizmin politik ve ideolojik tahakkümünden çıkan bağımsızlıkçı ulus-devlet liderleri, halklarını yanlarına alarak devletlerini bağımsız ve güçlü ulus-devletler olarak yeniden inşa edebilirler. Bu, bugün mümkündür. Bunu mümkün kılan iki temel dinamik vardır: Birincisi, ABD’nin başını çektiği ve İkinci Paylaşım Savaşı sonrası şekillenen iktisadi-siyasî sistemin bitiyor oluşu, ikincisi ise bu sonlanan sistemin yerini dolduracak başını Çin’in çektiği Asya kalkınmasının ortaya çıkmasıdır. Bu kapsamda şimdiye değin Batılı ülkelerin hâkimiyetinde olan teknoloji, Batının tekelinden çıkarak Doğunun yükselişine öncülük etmiş ve tüm dengeler değişmiştir.
Buna bağlı olarak Andre Gunder Frank’ın en önemli ve son eseri Re-Orient’da (1998) söylediği gibi dünya, “Batı ve geride kalanlar” olmaktan çıkarak bir Asya Çağı ile başlayacak yeni bir dengeye doğru gidiyor. Bu yeni denge, Doğudan yeni liderler ve buna bağlı bir özgüven ve siyasî uyanış çıkartacaktır.
Geçmişte sömürgeciliğin ve emperyalist tahakkümün altında kalmış ülkelerde ulus-devlet paradigmasından hareketle giderek bağımsız bir karakter kazanan ve bunu göstere göstere ilan eden güçlü siyasî liderler, yeni bir “bağlantısızlar” hareketinin elbette başlangıcı sayılmamalı; fakat bu “çıkış”, Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan örneğinin gösterdiği gibi, yeni bir dünya düzeninin başlangıcı sayılmalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür!” mottosu, özünde İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kurulan ve ABD’nin hegemonyasını ve saldırganlığını esas alarak muzlum ulusları yok sayan düzene karşı çıkışı anlatır. Bu karşı çıkışın politik adımlarını Türkiye atmaya devam etmektedir. Örneğin 2020 yılının yaz aylarında Batılı ülkeler, henüz pandemi şokundan çıkmadan salgından en az yara almış ülkelerden birisi olan Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararı ile Ayasofya’yı müzeden camiye dönüştürerek ibadete açmıştır. Bu, içinde bulunduğunuz zamanın en önemli sembolik karşı çıkışlarından birisidir.
Ayasofya kararı dışında Türkiye’nin Akdeniz’de belirleyici oyuncu olarak ortaya çıkması ve Libya’nın kaderini emperyalistlerin elinden alıp Libya halkına vermesi çok önemli bir dönüm noktasıdır. Suriye’de halkına zülüm eden Baas Rejiminin sona ermesi ve burada Türkiye’nin aktif rolü Siyonist İsrail’in Ortadoğu’daki oyunlarını bozacak siyasî bir gelişmedir.
Türkiye gibi güçlü ülke devletlerin, özellikle İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra onlara çizilen yolun dışına çıkarak halklarının çıkarları doğrultusunda bağımsız bir dış politika ve ekonomi yürütmeleri ulus-devlet konusunda sol-küreselleşmeci tezleri adeta yerle bir etmiştir.
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasî liderliği ile birlikte savunma sanayinden başlayarak yüksek teknolojiyi kullanmaya başlaması ve buradaki kısır döngüyü kırması yalnız Türkiye için değil bütün gelişmekte olan ülkeler için tarihsel bir atılımdır. Bu atılım, Said’in Siyonizm için −Eliot’tan yola çıkarak− söylediği “Siyonizm dünyayı Doğuyu yok ederek Batılılaştırmaktır” emperyalist amacının önündeki en büyük settir.
Zira teknolojiye ulaşan ve onu içsel bir faktör olarak yeniden üreten ülkeler, gelişmiş ülkelerin teknoloji rantını büyük ölçüde önlemeye başlayacaklar ve elde edecekleri savunma potansiyeli ile yeni bir tarihsel denge oluşturacaklardır.
Gelişmekte olan ülkeler, öncü sanayilerde gelişmiş ülkelerin önüne geçme fırsatını yakaladı. Yalnız doğal kaynaklara dayanmayan, aynı zamanda teknoloji odaklı dış ticaret fazlası veren gelişmekte olan ülkeler, küresel sistem içinde kilit oyuncular olmaya başlayacaktır.
Nihayetinde bütün bunlara bağlı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasî liderliğiyle birlikte Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, kendi bölgelerinde siyasî ve ekonomik olarak bağımsız inisiyatifler geliştirmeye başladılar. Çünkü savunma sanayi konusunda teknolojinin küresel piyasanın kilit bir unsuru olması burada önemli bir dinamik durumunda.
Böylece Merkantilistlerden beri sömürgeci-emperyalist ülkeler lehine düzenlenen büyüme paradigmaları da değişmeye başladı. Hatta birbirine tepki olarak geliştirilen Keynesgil ve liberal teorilerin gelişmekte olan ülkelere dayattığı şu çıkmaz yerle bir oldu:
Gelişmekte olan ekonomiler, gelişmiş ülkelerden ya da hâkim finans sisteminden borçlanabilir/borçlanacaktır ve bu borçları ödeme kapasitesi kadar büyüyebilir/kalkınabilir. Kalkınma, doğrudan borç ödeme kapasitesidir. Para ve maliye politikası çerçevesi de buna göre şekillendirilir. Gelişmekte olan ülkeler, hele hele dünya ortalamasının üzerinde büyürlerse bu sözüm ona felakettir.
Bu anlayış yerine üretim, istihdam, yatırım ve ihracata dayalı, teknoloji merkezli ve insan odaklı kapsayıcıyı ve sürdürülebilir bir büyüme modelini öne çıkaran bağımsız ekonomi politikası öne çıktı. Bu anlayış, kimi zamanlarda konjonktürel nedenlerle kesintiye uğrasa da uzun vadede kendisini bir devlet politikası olarak hâkim kılacaktır. Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde adı konmasa da yeni bir kalkınma paradigması oluşmuştur.Bu paradigmanın iki önemli çıkarımı vardır:
Birinci çıkarım, içinde bulunduğumuz yüzyılda−bilgi ekonomileri çağında−teknoloji yaygın kullanabilir bir metadır. Teknoloji rantı yoktur ama fiyatı vardır.
İkinci çıkarım, birinci çıkarımdan hareketle, gelişmiş ülkeler izin vermedikçe teknolojiye ulaşamayan gelişmekte olan ülkeler, gerekli adımları atarlarsa ve kendilerine dayatılan Ortodoks ekonomi politikalarından sıyrılırlarsa, çok hızlı olarak gelişmiş ülkeler seviyesine gelebilir, hatta burayı geçebilirler.
Bu gerçeği bugün çok açık olarak görmekteyiz. Esasında “İran nükleere sahip olamaz, İsrail’i kullanarak yok ederiz!” tehdidi Siyonist ve emperyalistler tarafından yalnız İran’a yönelik bir tehdit değildir. Bu, şu anlama gelmektedir: “Teknolojiyi elde ediyor ve kullanıyorsunuz, fakat bunu ‘müesses nizamı’ tehdit edecek şekilde kullanamazsınız. Kullanırsanız, örneğin bizim gibi nükleer silah elde ederseniz, sizi yok ederiz.” Bu, tehdit mevcuttur ama artık geçerli değildir. Asya Kalkınması ve Türkiye’nin bölgesinde elde ettiği güç, bugün birleşmekte ve bu birleşim yeni bir küresel denge oluşturmaktadır.
Soykırımcı terör devleti İsrail’in bu hâliyle ABD’ye rağmen Ortadoğu’da barınması ve dünyada antisemitizm yalanına sığınarak Siyonist ideolojik hegemonyayı yürütmesi artık mümkün değildir. Bu güncel gerçeklik, tarihsel olarak da İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ABD emperyalizmi öncülüğünde kurulan “küresel nizamı” temellerinden sarsacak bir gelişmedir.
Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ülkelerin, bir emperyalist argüman olarak anlatılan “gelişmekte olan ülke” tasnifini yerle bir ederek, egemenlerinin elinde olan teknoloji rantını ortadan kaldırmalarıdır. Hiç şüphesiz ki bu tarihsel gelişme, Siyonist sömürgeciliğe karşı politik bir güce dönüşecek ve Said’in deşifre ettiği tüm dünyayı “Batılılaştırmak” Siyonist amacını sonlandıracaktır.