‘Tarih ve Tekerrür’ üzerine notlar…

  • 24 Nisan 2018 Salı

Şu iki ay hızlandırılmış bir tarihsel geçiş yaşayacağız. Ancak tarih tekerrür değildir. Hegel’in dediği gibi, tarihin trajedileri ikinci kez insanlığın önüne geldiğinde yeniden trajedi olarak tekrarlanmaz. Tarihte, kendi çıkarları için, insanlığa büyük trajediler yaşatanlar, bunu ikinci kere tekrar etmeye çalıştıklarında ortaya yeni bir trajedi çıkmaz. Ortaya çıkan o trajediyi insanlığa yeniden yaşatmak isteyenler için bir farstır. (Fars: -TDK- İlkel, sıradan ve kaba güldürme öğelerinden yararlanılarak, kimi kez de inanılırlığın sınırlarını zorlayarak oluşturulan, ciddi bir havası ve iletisi bulunmayan, yalnızca güldürme ereğini güden, incelikten yoksun güldürü…)

Ünlü Japon düşünür Kojin Karatani, “Tarih ve Tekerrür” adlı yapıtının Türkçe basımı için bir önsöz yazmıştı.

O önsözde Karatani, Japon ve Türk kalkınması ya da “modernleşmesini” karşılaştırır ve Türkiye ile Japonya’nın 19. yüzyıl sonlarında benzer bir durumda olduklarına vurgu yapar. Ancak kendisinin de vurguladığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu zamanlarında işbaşında olan Abdülhamit, bu tarihi geçişi ve Japonya’daki Meiji Restorasyonu sürecinin farkında olmasına rağmen, benzer süreci Osmanlı için işletemedi. O zaman sanayi devrimini yakalayan Avrupa’nın tam ortasında olan Osmanlı İmparatorluğu, Japonya kadar şanslı bir coğrafyada değildi.

Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorluklarının tarih sahnesinden çekilmesi, Avrupa’nın sanayi devrimiyle güçlenen yeni ulus-devletlerinin önünü açtı ve bu devletlerin yeni pazar ve hammadde arayışları emperyalizmi, sanayi devriminin hemen ertesinde doğurmuş oldu.

İşte Osmanlı İmparatorluğu, ilk önce (Abdülhamit zamanında) Avrupa’nın emperyalist amaçları doğrultusunda Balkanlar’da çözülmeye başladı.

Karatani, sözünü ettiğim kitapta, Avrupalı devletlerin, Balkanlar’da etnik bağımsızlık kisvesi adı altında, çeşitli milletleri kışkırtmasının “bağımsızlık” mücadelesi olmadığını, bunu düpedüz emperyalist bir pazar şekillendirmesi olduğunu yazar. Ancak öte yandan Fransa ve İngiltere, doğu tarafını kontrol altına almak için de Rusya-Osmanlı İmparatorluğu’nu birbirine düşürmek ve her iki imparatorluğun da Avrupa’ya yaslanarak, Avrupa kontrolünde parçalanmasını istiyordu. İşte Kırım Savaşı 1853’te tam da bu amaçla Batılı devletlerce kotarıldı.

1853 yılında Kırım Savaşı’nın başladığı bu önemli tarihte Britanya, Osmanlı İmparatorluğu’na giderek artan oranda ihracat yapıyor ve bu ihracatın en az 2/3’si İstanbul dâhil Karadeniz üzerinden gerçekleşiyordu. Bundan dolayı, İstanbul ve özellikle Çanakkale boğazları çok önemli ticari geçişleriydi… O zaman da bütün Batı basını, Osmanlı ve Rus imparatorluklarının yakınlaşmasının çok tehlikeli olacağını ve boğaz geçişlerinin İngiltere denetiminde olması gerektiğini yazıyorlardı. Kırım Savaşı bunun savaşıdır. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kırım Savaşı’nda yanında duruyor gibi yapmıştı; Rusya, amacına ulaşamamış ama Osmanlı İmparatorluğu Kırım Savaşı’nda ağır yaralanmış ve bu büyük yara onun parçalanmasına yol açmıştı.

Geçenlerde Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye ve Rusya’nın arasını açmanın gereğinden bahsederken, tarihin tekerrür edeceğini sanıyordu ama Hegel’in dediği gibi, komik duruma düşüyordu.

Bizim Brutus kim?

Esasında Hegel’in tarih ve tekerrür hakkındaki bu sözlerinin “Tarih Felsefesi’nde” Sezar hakkında söylediği cümlelerden çıkartıldığı iddia edilir. Sezar, Roma’nın genişlediği ve artık bir şehir devleti olarak devam edemeyeceğini görüyordu. Cumhuriyeti imparatorluk olarak devam ettirmek istiyordu. Ancak köleci bir şehir devleti ile yetinmek isteyen, köleci şehir devletinin eski egemenleri, tabii ki büyüyen Roma’ya dolayısıyla Sezar’a karşı çıkıyorlardı. Katil Brutus, bu eski egemenlerin adamı olarak cinayeti işledi. Ancak cinayet Roma’ya zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramadı. İşte tarihin tekrarı dedikleri “şey” budur. Sezar bir kere ölür, Abdülhamit bir kere “hal” edilir. İkincisini yapmaya kalkarsanız, bu ancak fars olur, trajedi bile olmaz.

Yeni Prens Sebahattin kim?

Abdülhamit’in indirilmesinde başrol oynanan tarihi figürlerden biri de Prens Sebahattin’dir. Abdülhamit, bundan tam 109 yıl önce 27 Nisan 1909’da tahtan indirilmiştir. Prens Sebahattin’in Türkiye’nin sağ-liberal politik oluşumunda büyük payı olduğu, Cumhuriyet Serbest Fırka ve Demokrat Parti’nin kökenlerinin burada olduğu, Ziya Gökalp’ın düşüncelerinin ise İttihat ve Terakki ve CHP olarak şekillendiği söylenir. Ancak bu, bugün de ortaya çıktığı gibi, çok indirgemeci ve yanlışlanmış bir tezdir. Prens Sebahattin’in ve Gökalp’in söyledikleri, yaşadıkları tarihi bağlamdan koparılıp ele alınırsa yanlış olur. Prens Sebahattin’in liberalliği ve ademi merkeziyetçiliği ile Gökalp’in milliyetçiliği dönemleri itibarıyla değerlendirilmelidir.

Günümüz bize gösteriyor ki Prens Sebahattin’in “liberal” kimliği yaşadığı tarihi dönemdeki amaçları ele alındığında pek geçerli değildir. Prens Sebahattin, liberal bir aydın olmaktan ziyade, iş birlikçi ve yeni şekillenmeye başlayan Batı emperyalizminin doğrudan adamıdır ve liberalizm, onun eylemliliğini meşrulaştıran ideolojik bir kılıftır sadece… Gökalp’in milliyetçiliğinin sınırlarını ise, o dönemde mazlum milletlerin uyanışı, çizer. Dolayısıyla, bu milliyetçilik hiçbir zaman CHP’nin nasyonal-sosyalist çizgisine savrulmaz.

Ancak çok ilginçtir ki tam bugün Erdoğan karşıtları, Prens Sebahattin’in “liberalizmi”nden esinlenmiş yeni bir emperyalizm bayraktarlığını Türkiye’ye karşı açıyorlar ve bu sahte “liberalizmle” Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sından esinlenen CHP’nin nasyonal-sosyalizmi buluşuyor. Ve buna tıpkı Osmanlı’nın son zamanlarındaki Balkan etnisizmi gibi, ABD’nin kucağındaki Kürt etnisizmi eşlik ediyor. Esasında tarihin tekrarı gibi duruyor ama değil, bu kesinlikle bir komedi hem de rezil olarak tarihe gömülecek bir komedi…